Fahrenheit 451 - Ray Bradbury

''Rahat bırakılmamıza gerek yok. Aslında arada sırada rahatsız edilmemiz gerek. En son ne zaman gerçekten rahatsız oldun? ''

Fahrenheit 451 - Ray Bradbury

İşte bir kitap daha... İtfaiyeci, koltuk döşemesinin içini yoklayan elini yavaşça dışarı çekti . Elinde küçük bir kitap vardı. Seneca adlı bir yazarın Yaşamın Kısalığı Üzerine adlı kitabı. Ufak tefek olan bu kitap itfaiyeci için bu güne kadar kaldırdığı en ağır yüklerden biri gibi geldi. Ağırlığın altında ezilmeye direnerek yavaşça doğruldu ve odanın ortasına doğru ağır adımlarla ilerledi. Diğer itfaiyeci arkadaşları odayı ve evi köşe bucak aramaya devam ediyorlardı. İşlerinde son derece iyi olan bu itfaiyeciler için görevlerini tamamlamak pek de uzun sürmeyecekti anlaşılan. Odanın ortasına gelen itfaiyeci, önündeki yığına baktı. Bir kitap yığını... Farklı renklerde, boyutlarda, farklı yazarların bir sürü kitabı. Elindeki küçük kitaba son bir kez daha bakıp duygularını yüzünde belli etmemeye çalışarak ifadesiz bir şekilde kitabı yığına attı.

 
Diğer itfaiyeciler aradıklarını bulmuş olsalar ki her biri ellerinde birkaç kitapla gelip yığına yeni kitapları da eklediler. Odanın bir köşesinde büzülmüş duran yaşlı ev sahibi çaresiz bir şekilde itfaiyecileri izliyordu. Gözlerinde korkudan çok çaresizlik ve derin bir keder vardı. Bir itfaiyeci gelip yaşlı ev sahibini dışarı çıkarmaya çalıştı. Ev sahibi biraz dirense de evi terk etmezse başına neler geleceğini biliyordu. Bu devirde alışılmadık bir şey değildi sonuçta. İtfaiyecilerden birinin kitap yığını üzerine döktüğü kerosenin sesi eşliğinde gönülsüz de olsa evi terk etti. 


Gece vakti... Evin önüne park edilmiş itfaiye aracının dönüp duran ışıkları, sokak lambalarıyla ve komşu evlerin ışıklarıyla gecenin karanlığına geçit vermiyor. Evlerin kapılarına, pencelerine doluşmuş bir çok insan meraklı gözlerle olup bitenleri izliyor. Heyecan dolu yüksek seslerle gülüp konuşuyorlar. Sirk gösterisinin başlamasını bekleyen meraklı bir kalabalık gibi...


İtfaiye yüzbaşısının emriyle kerosen ateşe verildi. Odanın ortasındaki kitap yığınından başlayan alevlerin bütün odayı ve daha sonra evi kaplaması çok da uzun sürmedi. Aç bir canavar gibi bir sonraki avına saldırıyordu ateş. Hırıldıyor, dans ediyor, evin her bir köşesine yayılıyordu. Evin tamamen yanması söz konusu değildi tabi. Bütün evler yangına dayanıklı bu zamanlarda. Yanacak şey, evin içindeki eşyalar sadece. Açık pencerelerden ve kapılardan göğe yükselen ateş, bir festival ateşi gibi seyircileri coşturuyordu. İtfaiyeciler gururlu bir şekilde eserlerini izlerken yaşlı ev sahibi ise şu kısacık zamanda daha da yaşlanmış gibi görünüyordu. Titriyor, gözlerinden yaşlar süzülüyor... Küçük kitabı bulan itfaiyeci ise hala ifadesiz bir şekilde yanan evi izliyordu. Gecenin karanlığını aydınlatan, devasa bir meşale gibi yanan evi... Ayın ışığını saklayan, güneşin varlığın unutturan bu devasa meşaleyi...


(Okuduğunuz bu kısım Fahrenheit 451 adlı romanın bir parçası değil. Kitaptaki bazı karakter ve olaylardan esinlenerek kitap hakkında ön tanıtım amaçlı yazdığım benim kendi uyarlamam. Bu yüzden bu kısmın edebi eksikliğinin sizde kitap hakkında olumsuz bir ön yargı oluşturmasını istemem.)


Kitap Adı: Fahrenheit 451
Yazarı: Ray Bradbury
İlk Yayımlanma Yılı: 1953
Okuduğum Yayınevi/Baskı/Yayım Yılı: İthaki Yayınları, 12.Baskı, Mart 2019
Türkçe'ye Çeviren: Dost Körpe
Sayfa Sayısı: 202
Kitabın Türü: Roman, Bilim Kurgu, Politik Kurgu, Distopik Kurgu
Aldığı Ödüller: Hugo En İyi Roman Ödülü, Prometheus Şeref Kürsüsü Ödülü, Amerikan Ulusal Kitap Ödülü, Pulitzer Onur Ödülü
Kitapta Geçen Favori Cümlelerim: ''Kitaplar unutmaktan korktuğumuz bir sürü şeyi depoladığımız kapların bir türüydü yalnızca. Hiç sihirli bir tarafları yok.'' (safya 105)


''Ama unutma ki Yüzbaşı gerçeğin ve özgürlüğün en tehlikeli düşmanına, çoğunluğun kaskatı ve kımıldamayan sığır sürüsüne ait. Ah, Tanrım, çoğunluğun o korkunç tiranlığı.'' (sayfa 132)


''Rahat bırakılmamıza gerek yok. Aslında arada sırada rahatsız edilmemiz gerek.'' (sayfa 73)


''Herkes ölünce ardında bir şeyler bırakmalı...'' (sayfa 184)

Yazar Ray Bradbury, Fahrenheit 451 adlı bu romanında bize olası bir geleceğin resmini çiziyor. Koşar adımlarla uçuruma doğru ilerleyen ama gözlerini telefonunun ekranından kaldırmadığı için nereye gittiğini göremeyen; kulaklarından kulaklıklarını çıkarmadığı için avaz avaz bağırarak kendisini uyarmaya çalışanların sesini duyamayan bir toplum... Ya da, daha doğru bir ifadeyle, görmek veya duymak istemeyen, umursamayan bir toplum diyelim. Peki nasıl oldu da toplum bu hale geldi? Bu, insanların özgür seçimleriyle ulaştıkları bir nokta mı, yoksa bazı dış etkenler mi toplumu bu hale getirdi? 


''Ne de olsa ben geleceklerin önleyicisiyim, öngörücüsü değilim'' (Ray Bradbury'nin Fahrenheit 451 adlı kitabı hakkındaki sesli önsözünden) diyen Ray Bradbury, Fahrenheit 451' de kelimelere döktüğü olası geleceği engellemek için yaşadığı dönemdeki kendi gözlem ve tecrübelerinden çıkardığı dersleri, fikirlerini bize aktarıyor. Bu konularda farkındalığımızı arttırıp dikkatli olmamız için bizleri uyarmak istiyor olsa gerek.

İlgilendiğiniz bu kitap kapsamlı bir eser. Tek bir konu etrafında kurgulanmış bir roman değil. Yazar kendi öz düşüncelerine sadık olabilmek için; herhangi bir siyasal görüşün, grubun, ulusal aidiyet hissinin etkisinde kalmamak için hızlı ve duygusal bir şekilde yazmayı seçmiş kitabını. (Yazarın sesli önsözünden) Bunun sonucu olarak da yazarın düşüncelerinin kitabın sadece belirli noktalarında bulunmadığını, kitabın geneline yayıldığını görebilirsiniz. Felsefi, sosyolojik, siyasi konularda pek çok fikir... Bu sayfalara gömülmüş onca fikirden neler kazıp çıkarabileceğiniz ise size kalmış. 


(Dikkat! Bu noktanın sonrasında doğrudan kitabın içeriğiyle ilgili bilgi vereceğim için henüz romanı okumayan ve okumayı planlayan kişilere duyurulur. Kitabı okuduktan sonra bu incelemenin devamını okumanızı tavsiye ederim. Kim bilir, belki de benim burada yazdıklarım dışında çok daha değişik fikirlere ulaşabilirsiniz. Bunun için kitabı önyargısız bir şekilde okumanız daha iyi olur.) 


Kitabın yazarı Ray Bradbury'nin içinde yaşadığı dönemde, toplumda gözlemlediği bazı sorunlar, aksaklıklar var. Bütün insanların farkında olması gereken ve daha iyi bir gelecek için göz ardı edilmemesi gereken sorunlar. Yazar, bu sorunların çözümlenmeden bırakılması, görmezden gelinmesi halinde nasıl büyüyebileceği ve insanları, toplumu nasıl değiştirebileceği konusunda bizleri uyarıyor. Fahrenheit 451, bir toplumun adeta yanıp yok olacağı sıcaklık... Göz ardı edilen, önemsenmeyen bazı sorunların toplumu nasıl bu yanma sıcaklığına çıkardığının kaydı.


Fahrenheit 451'i Daha İyi Anlamak İçin:
Kurgusal olarak gelecekte yer alsa da bir nevi dönem romanı denebilir Fahrenheit 451'e. Bradbury' nin yaşadığı, tecrübe ettiği dönemle ilgili pek çok iz barındıran bir kitap bu. 1950'ler ile ilgili şu cümleler bize yeterince fikir verir sanıyorum; ''Amerika'nın haber kanalları, çocuk suçlular... tehlikeli araba kullanan ve heyecan için yaşayan ergenler konusunda uyarıda bulunuyordu. Soğuk savaş sürmekteydi... Rusya ve müttefikleriyle Amerika ve müttefikleri arasında süren bu savaşta kimse bomba veya mermi atmıyordu, çünkü bomba atmak dünyayı Üçüncü Dünya Savaşı'na, geri dönüşü olmayan bir nükleer savaşa sokabilirdi. Gizli Komünistleri saptamak için senato soruşturmaları yapılıyor, çizgi romanların kökünü kazımak için adımlar atılıyordu. Ve akşamları aileler televizyonun başında toplanıyordu... senfoni orkestralı ve seviyesiz komedyenli varyeteler, pembe diziler... işleri ve kocalarınınki dışında kimlikleri yok gibi görünen kadınlar... tazılar (hatta mekanik tazılar tarafından kovalanan kötü adamların dünyası...'' (Neil Gaiman' ın Fahrenheit 451 için yazdığı 'sunuş' kısmından) 


Birkaç Soru:
Şimdi birkaç soruyla başlayalım: Ne için yaşıyoruz? Hayattaki amacımız, hayattan beklentimiz ne? 


Fahrenheit 451' de mutlu olmak isteyen bir toplum görüyoruz. Eğlence için, zevk için, heyecan için yaşamak isteyen insanların oluşturduğu bir toplum.   Bu toplumda mutlu olmak için eğlenmek, zevk almak, heyecan duymak gerektiğine inanıyorlar. Hayatlarındaki rahatsızlıklardan kaçarak, mutsuzluklarla yüzleşmeyerek mutlu olacaklarına inanan insanların oluşturduğu bir toplum. Peki toplumun çoğunluğu neden böyle bir yaşam tarzını benimsemiş? Kendi özgür iradeleriyle, düşünerek verdikleri bir karar mı bu? Neden mutsuzluktan ve rahatsızlıktan kaçarak mutlu olabileceklerini düşünüyorlar? Mutsuzluk ve rahatsızlıktan kaçmak insanı gerçekten de mutlu eder mi? Ray Bradbury bu romanında bunlar ve daha pek çok soruya cevap veriyor. Ayrıca bunun gibi bir yaşam tarzının insanları nasıl bir noktaya getireceğini de gözlerimizin önüne seriyor. 


Toplumu Şekillendiren Üç Unsur: 
Romandaki olaylar gelecekte geçiyor. Günümüzden yaklaşık beş yüzyıl sonrası... Günümüz toplumuna benzer bir toplumun belirli unsurların etkisiyle zaman içinde değişerek nasıl bir hal aldığını görüyoruz bu romanda. Ray Bradbury'nin Fahrenheit 451 adlı bu romanında yazdığı üzere, zaman içerisinde insanları ve sonuç olarak da toplumu değiştiren, şekillendiren üç ana unsur var: teknoloji, kitlesel sömürü ve azınlık baskısı. Günümüzün modern toplumlarında da açıkça görebileceğimiz bu unsurlara yeterince dikkat etmezsek nasıl olumsuz sonuçlara sebep olabileceğini kitabı okuyanlar açıkça görmüştür sanıyorum. Bu unsurlara kısaca bakacak olursak:


Teknoloji: Yirminci yüzyılın başından itibaren teknolojinin hızla gelişmesiyle pek çok teknolojik aracın yanı sıra sinema, raydo, televizyon gibi kitle iletişim araçları da insan yaşamının bir parçası haline geldi. Geniş kitlelere hitap eden bu araçlarda yayımlanan içerikler toplumun, hitap edilen kesimin ortalama eğitim düzeyine uygun olarak basitleştirildi. Ayrıca, insan yaşamını katbekat hızlandıran teknoloji ile birlikte insanlar oturup düşünmeye vakit bulamaz oldu. Sürekli bir koşuşturmaca halindeler.

(Image by Brian Merrill at Pixabay)

Araba, televizyon, radyo, kulaklıklar, sinema, tiyatro, alışveriş, anlamsız sohbetler, spor etkinlikleri ve daha bir çoğu arasında geçen koşuşturmaca... Bu saydığım araç ve aktivitelerin başlı başına zararlı olduğunu söylemiyor tabi Ray Bradbury. Bunların kullanım şekillerini, insan hayatında nasıl bir noktaya oturtulduklarını eleştiriyor. İnsanların faydasına olması gereken teknolojinin bu gibi nimetlerinin kullanılarak insanların sömürülmesini eleştiriyor. Bu araçlar ile insanların düşünme ve fikir üretebilme yeteneklerinin nasıl köreltildiğini anlatıyor. 


Kitlesel Sömürü: Radyo ve televizyon gibi kitle iletişim araçlarının yanı sıra matbaacılıkta yaşanan gelişmelerle gazeteler, dergiler, kitaplar çok geniş insan topluluklarının erişebileceği düzeye geldi. Çok fazla insana ulaşmak ise 'reklamcılığın' asıl amacı değil mi? Amacı daha fazla para kazanmak olan tacir, en fazla takip edilen yayına, programa, dergiye parasını ödeyip ürününün reklamını yaptırıyor. Amacı daha fazla para kazanmak olan yayımcılar, yapımcılar da kendi programlarına reklam alabilmek için insanların daha fazla ilgisini çeken konularda içerik üretiyorlar. Bu şekilde, her geçen gün daha fazla insana ulaşmak, ulaşılan insanları da kaybetmemek için insanların arzuları, istekleri sömürülüyor. İnsanları tüketime alıştırıp bağımlı hale getirmek için onların değer yargıları şekillendiriliyor. İnsanın rahatına, zevkine, eğlencesine hitap eden ürünler pazarlanıyor ve bu ürünleri satın alırsanız hayatınızdaki rahatsızlıktan, zevksizlikten, sıkıcılıktan kaçabilirsiniz ve böylece 'mutlu' olursunuz diye insanlar ikna ediliyor. Evdeki televizyonu hala sağlam olduğu halde küçük bir kaç değişiklik ile çıkan yeni modeli alırsa her gün iş dönüşü çok daha mutlu bir şekilde zaman geçireceğine inanan biri bu tarz tacirlerin en sevdiği tip değil midir? Bu kitlesel sömürü her geçen gün daha fazla insanı etkileyip, kendine bağımlı hale getiriyor. 

Bu noktada ara bir not olarak belirtmem gerekirse; yazımın bu noktasına kadar olduğu gibi bundan sonrasında da teknolojik bazı araçlardan, bunların kullanım şekilleri ve insan yaşamına etkilerinden bahsederken sürekli radyo, televizyon gibi örnekler vereceğim. Çünkü, Fahrenheit 451 ilk yayımlandığı zamanlarda 'internet' yeni yeni kullanılmaya başlanıyordu.Yazarın düşüncesini bilmesem de bu kitabında internete yer vermemiş. Bu noktada önemle üzerinde durulması gereken bir husus var: Kitapta ve bu inceleme yazısında yer verilen raydo, televizyon, sinema gibi araçların kötü kullanımıyla neden olunabilecek zararı şu anda okuyorsunuz. Şöyle bir durup düşünün, her geçen gün etki alanını daha da genişleten internet karşısında televizyon biraz daha masum kalmıyor mu? Yazar kitabında televizyondan bahsetse de önemli olan hangi aracın olduğu değil bizler üzerindeki etkisi. İnternetin çok daha yıkıcı etkilere neden olabileceğini, bu ihtimalin hiç de düşük olmadığını ve dikkat etmemiz gerektiğini sizler de düşünüyorsunuz belki de?


Ray Bradbury, kitabında teknolojinin kitlesel sömürü için kullanıldığını söylese de benim burada yazdığım kadar ayrıntı vermiyor. Ama kitabı okuduğunuzda tam da benim burada yazdığım gibi olduğunu görebilirsiniz. Ayrıca; bu kitlesel sömürü ile ilgili ünlü dilbilimci ve filozof Noam Chomsky' nin fikirlerini de buraya eklemek istiyorum. Burada bahsedeceğim birkaç videoyu siz de bizzat izleyebilirsiniz. (Ben bu yazıyı yazarken videolarda Türkçe altyazı yoktu. Siz izlemek istediğinizde belki eklenmiş olur.) Video içeriğini doğrudan çevirmek yerine konularından genel olarak bahsedeceğim:


''Gerçekten ne istiyoruz?'' adlı video: İnsanın doğasında maddi rahatlık isteği mi var? Hayatımızda gerçekten istediğimiz şey çaba harcayıp zorluğa katlanıp kitap okumak, bir hasta yakınımızı ziyaret etmek, oy kullanmak veya önemli bir işle uğraşmak mı?Yoksa büyük, rahat bir koltuğa kurulup büyük ve güzel bir televizyonda eğlence programı izlerken birilerinin bize atıştırmalık bir şeyler getirmesini mi istemek?

(image by JESHOOTS-com at Pixabay

Günümüz dünyasında her geçen gün daha fazla insanın bencil olduğunu ve maddi rahatlık aradığını göz önünde bulundurursak insan doğasının, insanın gerçek amacının maddi rahatlık olduğunu söylemek yanlış mı olur? Bu soruya hitaben Noam Chomsky, yüzyılı aşkın süredir insanları asıl istediklerinin bu olduğuna ikna etmek için devasa bir çaba harcandığını söylüyor. Bu çabanın adı ise reklamcılık. Devasa bir endüstri olan reklamcılık ile insanlar açık bir şekilde hayattaki yüzeysel şeylere yönlendiriliyor. Modaya uygun tüketim gibi. İnsanlar tüketime yönlendirilerek dikkatleri bazı noktalardan uzaklaştırılmaya çalışılıyor. İnsanların okur yazarlığı, araştırmacı ve sorgulayıcı yanları köreltilerek devlet yönetimi gibi alanlarda gerçek aktörler olmaları engelleniyor. Reklam endüstrisinin çocuklara da hitap edecek hale getirildiğini; reklamların günümüz toplumunun, günlük yaşamımızın her bir noktasında bulunarak bizi rahatlık arayan insanlar olmaya ikna etmeye çalıştığını açıklıyor. Buna karşılık reklam endüstrisi gelişmeden önceki insanların yaşamları hakkında örnekler de veriyor. Reklam endüstrisi tarafından etkilenmeyen insanın, doğal halinde asıl istediği şey, bağımsız olmak ve yaratıcı (üretici) olmak. Örneğin hafta sonu oturup televizyon izlemek yerine eski arabanı tamir etmeye çalışmak gibi. İnsan doğasının asıl istediği, rahatlık yerine önemli, zahmete değer işlerle uğraşmak.

(image by Pexels at Pixabay)

Haysiyetini, onurunu, öz saygısını korumak ve geliştirmek. Bir şeyler üretmek, önemli bir iş yapmak. Bu idealleri insanın kafasından uzaklaştırmak için ise çok büyük bir çaba harcandığını ve harcanmaya da devam edildiğini söylüyor Noam Chomsky. Bütün ihtiyacın olan yeni eşyalar satın almak; bu yüzden kitap okumak yerine alışverişe gitmelisin şeklinde insanlar ikna ediliyor. Bir reklam gördüğünüzde dikkat kesilin; reklam, izleyicisini bilgilendirerek ona mantıklı bir seçim yapması için imkan mı tanıyor yoksa bilgilendirmek bir yana izleyicisinin duygularını manipüle ederek mantıksız bir karar verdirmeye mi çalışıyor. Reklamların gerçeği bu. Yeterince bilgilenmemiş mantıksız tüketiciler oluşturmak.  Böylece insanlar hayatlarında asıl yapmak istediklerinin koltuklarında oturup televizyon izlemek olduğuna inanıyor.


''Tüketim kültürümüz yapay olarak (insan eliyle) oluşturuldu'' adlı videoda ise:  Yüz yıl kadar önce, dünyanın en özgür ülkeleri olan İngiltere, Amerika gibi ülkelerde farkına varıldı ki insanlar mücadeleleri sonucu yeteri kadar özgürlük elde ettikleri için artık güç kullanılarak kontrol edilemezler. Bu yüzden insanları kontrol etmek için bir başka yol gerek. Bu yol ise; insanların tavır ve fikirlerini kontrol etmek. Reklamcılık ve medya ile... Bu şekilde insanlar hayatın yüzeysel şeylerine yönlendirilip tüketime alıştırıldı. Fikirleri kontrol edilen insanlar ve kontrol edenler hep beraber bir uçuruma doğru ilerliyorlar ve düşmek üzereler. Kısa vadedeki çıkarına bakan kişilerin ise pek de umurunda değil bu gerçek. Bu bilgiler dışında videonun içeriği ilk video ile büyük oranda aynı. 


(Ayrıca bu konuda daha ayrıntılı bilgi almak isterseniz kitabın yanı sıra bir belgesel film de var: Manufacturing Consent: Noam Chomsky and the Media - Rızanın İmalatı: Noam Chomsky ve Medya. Ben bu yazıyı yazarken bu videoda da Türkçe altyazı yoktu ama ararsanız bulabilirsiniz belki. Kitlesel sömürüyü açıkladık. Fahrenheit 451' de Noam Chomsky' nin fikirleri doğrudan yer almıyor ama Ray Bradbury' nin bu romanında anlatmak istediği şeyin de aşağı yukarı aynı şey olduğu izlenimini edindim ben. Şimdi roman incelememize geri dönelim. Toplumu şekillendiren üç ana unsurdan üçüncüsü olan azınlık baskısı:)


Azınlık Baskısı: Bir toplumda bir çok azınlık grup vardır. ''Köpek sevenleri, kedi sevenleri...tüccarları, şefleri...İtalyanları, Almanları...'' diye sıralıyor yazar. Azınlık gruplar başkaldırarak toplumsal hareketlere kalkışmasın, toplumu kendi fikirleri doğrultusunda şekillendirmek için harekete geçmesinler diye bu gruplara gelebilecek eleştiriler engelleniyor.

(image by niekverlaan at Pixabay)

Yazarların, köşe yazarlarının, habercilerin düşünce ve düşünceyi iletme özgürlüğü kısıtlanıp fikirleri sansürleniyor. Örnek olarak kitabın devamında yazar; ''Biri tütün ve akciğer kanseri üstüne kitap mı yazmış? Sigara üreticileri ağlıyor mu? Kitabı yak gitsin.'' diyerek ve verdiği diğer örneklerle beraber azınlık baskısının toplumun zaman içindeki değişimine etkisini vurguluyor. Toplumda fikir hareketlerine yer vermemek için fikir ayrılıklarından sonra fikirlerin kendisi dahi sansürlenmeye, yasaklanmaya başlanıyor.


Mutluluk İsteyen Bir Toplum:
Teknoloji, kitlesel sömürü ve azınlık baskısının da etkisiyle mutlu olmak isteyen ve mutluluğu rahatlıkta, eğlencede, zevkte bulacağına inanan insan sayısı zamanla arttı ve toplumda çoğunluk haline geldiler. Toplumun çoğunluğu olan bu kesimin sayısı her geçen gün daha da artarken bir yandan da toplumu kendi yaşam tarzlarına göre şekillendirdiler. 


İnsanlar mutlu olmak istiyor. Mutluluğa ise bütün mutsuzluklardan kaçarak ulaşabileceklerine inanıyorlar. Mutlu olmak isteyen bir insan neden zamanının büyük çoğunluğunu mutsuz olarak geçirsin ki? Rahat bir yaşam için hayatlarındaki bütün rahatsızlıkları ortadan kaldırmak; eğlenceli bir hayat için bütün sıkıcı şeylerden kaçmak gerektiğine ikna olmuşlar. (Halbuki; zaman zaman karşılaştığımız rahatsızlıklar ve sıkıcı durumlar daha sonraki rahatlığımıza ve eğlencemize değer katmaz mı?) Bu noktada şöyle bir soru akla gelebilir: Çok eski zamanlardan beri pek çok insan için hayatın amacı zaten rahatlığa, mutluluğa ulaşmak değil mi? Eğer öyleyse, insanların, mutluluğu hayatlarının amacı yapması hem kötü bir şey değil hem de bu; teknoloji, kitlesel sömürü ve azınlık baskısının etkisiyledir diyemeyiz. Bu tarz bir soruya benim vereceğim cevap 'Mutluluk nedir?' sorusu olur. (Mutluluğun ne olduğu sorusu ise oldukça geniş bir soru olduğu ve derinlemesine bir inceleme gerektireceği için bu yazıda ayrıntıya girmiyorum. İlgilenen olursa Hector'ın Mutluluk Arayışı adlı film üzerine yazdığım incelemeyi okuyabilirsiniz. Ray Bradbury' nin Fahrenheit 451 adlı kitabından edindiğim izlenime göre yazarın mutluluk tanımı ile bahsettiğim filmdeki mutluluk tanımı birbirine benziyor. Bu yüzden biraz daha ayrıntılı bilgi için okumak isteyebilirsiniz.) Ray Bradbury bu romanında mutluluk arayışını kötülemiyor. Mutluluğun peşinde koşmak yanlıştır demiyor. Şu noktaya dikkat etmek gerekir ki; mutluluğun ne olduğu sorusuna verilecek cevaplar değiştikçe o aranan mutluluğa ulaşmak için yürünmesi gereken yollar da değişir. Fahrenheit 451' de, toplum çoğunluğuna göre, mutlu olmak için mutsuzluktan kaçmak gerekiyor. İşte bu noktada diyebiliriz ki; insanlar kitlesel sömürü ile sahte bir mutluluğa ikna edilmişler.

(Image by PDPics at Pixabay)

Aslında, gerçekten mutlu olmak yerine eğlence, zevk, rahatlık gibi kısa süreli tatminleri üst üste yığarak mutlu hissetmeye çalışıyorlar. Bu sahte mutluluğa ulaşma yolu, teknolojinin sağladığı rahatlık ve eğlence olanakları sayesinde rahatça katedilebiliyor. Azınlık baskısı ise rahatça yürüdükleri bu yolda yolun ortasında duran dikenli bir çalı gibi. Çarpıp da dikenlerini bütün yola yaymaktan çekindikleri bir çalı. 


İnsan yaşamı binbir tecrübe ile dolu. Bunların pek çoğu ise acı tecrübeler olabiliyor. Acı verici olaylar, sıkıcı zamanlar, endişeler, kızgınlıklar... Yaşamını en iyi mutlu olarak, rahatlık içinde geçirebileceğini düşünen bir insan neden yaşamın olumsuz durumlarıyla boğuşup da kendini bilerek mutsuz etsin ki? Eğer asıl isteği zevk ve eğlence ile mutlu olmak ise neden bütün ömrünü bilime adayıp evrende ne kadar da küçük olduğu gerçeğine kanıt arasın? Neden felsefe, sosyoloji, psikoloji gibi şeylerle uğraşıp insan doğasının bütün o zorlu ve rahatsızlık verici gerçekleriyle yüzleşsin? Televizyonda sevdiği bir programı izlemek, arabayla gezintiye çıkmak veya eğlenceli pek çok şeyle zamanını geçirmek varken neden saatlerce veya belki de günlerce bir soruya cevap arasın? Cevabının olup olmadığını bile bilip bilmediği bir soruya kafa yormaktansa arkasına yaslanıp televizyonda rastgele bir şeyler izlemek onu çok daha mutlu etmez mi? İşte, önemli olan nokta bu: 'Neden' sorusu. Fahrenheit 451' de, yaşamını eğlenerek geçirmek isteyen insanların bu eğlencesini bölebilecek 'Neden' sorusu tamamen dışlanıyor. 


Kısaltılan kitaplar, özet haber veren kanallar,  palyaçolarla oynatılan tiyatrolar, içi boş devasa bütçeli filmler, fikirlerden arındırılan dergiler ve reklamlar, reklamlar, reklamlar, her yerde reklamlar... Devasa spor organizasyonları, grup aktiviteleri ve daha pek çok eğlence ile insanlar sürekli hareket halinde tutuluyor ve böylece düşünmeye zamanları kalmıyor. 

(Image by Roberto Lee Cortes at Pixabay)

Peki ya Kitaplar?
Romanı okuduysanız itfaiyecilerin asıl görevlerinin kitapları yakmak olduğunu bilirsiniz. Kitabı henüz okumamış olsanız da bu yazımın başında yer verdiğim uyarlamamda dikkatinizi çekmiştir belki de; buldukları kitapları üst üste yığıp yakan itfaiyecilerin varlığı... ''Kitaplar unutmaktan korktuğumuz bir sürü şeyi depoladığımız kapların bir türüydü yalnızca. Hiç de sihirli bir tarafları yok. Sihir sadece kitapların söylediklerinde, evrenin parçalarını nasıl dikerek bizim için giysi haline getirdiklerinde...'' diyor Ray Bradbury bu romanında. Yazarının  fikirlerini diğer insanlara ulaştıran araçlardan sadece biri kitaplar. 


Kitaplar, her bir yazarın, yaşamı boyunca öğrendiği bilgiler ve edindiği tecrübeler üzerine uzun uzun düşünerek ulaştığı sonuçları yazıya dökmesi ile meydana gelir. Yaşamın kendisinin kaydıdır adeta. Yazarının, bir hayatın var olduğunun ispatıdır. Bir insanın yaşamında bulduğu gerçekleri içeren belgedir. İyisiyle kötüsüyle, acısıyla tatlısıyla , mutluluğu ve mutsuzluğuyla yaşamın kendisi... Halbuki; yaşamını rahatlık ve eğlence içinde geçirmek isteyen insanların rahatsızlıktan nasıl kaçtığını açıklamıştım. Kitaplar, içerdikleri olaylar ve duyguların yanı sıra ayrıca pek çok fikir de barındırır. Fahrenheit 451' de gördüğümüz toplumun aradığı rahat ve mutlu yaşamı reddedebilecek, böyle bir yaşam tarzını paramparça edebilecek fikirler. Bu yüzden toplumun rahatını bozabilecek bu tarz fikirlerin en etkili ulaşım araçlarından biri olan kitaplar yasaklanıp bulundukları yerde yakılıyor.

(Image by Rafael Juárez at Pixabay)

Toplumun Yanma Sıcaklığı:
Bu yeni toplum düzeninde insanlar sürekli hareket halinde tutulduğu için düşünmeye sorgulamaya zaman bulamıyorlar. Bu yüzden de toplumun çok büyük bir kesimi gerçekten mutlu olup olmadığını dahi düşünmüyor. Bunu düşünmek akıllarına bile gelmiyor. Bütün günleri eğlenceli aktiviteler arasında hızla geçip gidiyor. Ana karakterimiz olan itfaiyeci de bunlardan biriydi. Ancak bir gün, tesadüfi bir karşılaşma sonucu gözlerini açıp kendine geldiğinde mutlu olmak için hayatında her şeye sahip olduğu halde aslında hiç de mutlu olmadığını fark etti.  


Mutluluk peşinde koşarken bütün mutsuzlukları hayatlarından çıkaran; düşünmeyi sorgulamayı bırakan insanlar bunu yaparken değer yargılarına da büyük zarar verdiler. Mutsuzluğu tecrübe eden birisi kendi gerçek mutluluğunun ne olduğunu anlar. O an için sahip olmadığı ama sahip olmak istediği mutluluğun ne olduğunu bilir, ona hayatında bir değer biçer ve o mutluluğa ulaşmak için ne yapması gerektiğine karar verir. Zor bir işle uğraşan birisi işini bitirdikten sonra gerçek rahatlığın keyfini çıkarır. Sıkıcı bir dönemden geçen bir kişi moralini düzeltmek istediğinde eğlenceli aktivitelerden gerçek manada zevk alır. Ama hayatında mutsuzluk, zorluk, sıkıcılık olmayan biri bütün zamanını rahat içinde ve eğlenerek geçirirse kısa süre sonra bunlara alışır ve içinde bulunduğu bu hal artık ona olması gereken gerçek mutluluğu vermez olur.

(Image by Colleen ODell at Pixabay)

Varlığın temelinde zıtlık var diye düşünüyorum. Karanlık olduğu için aydınlığın anlamı var. Savaşın varlığı barışa değer veriyor. Zaman zaman tecrübe ettiğimiz mutsuzluklar sayesinde gerçek mutluluğa ulaşma umudumuz var. Mutsuzluğun olmadığı bir yerde mutluluk da anlamını, değerini yavaş yavaş yitirir ve geriye sadece insanın kendini kısa süreliğine tatmin edebileceği zevkler kalır. Bu yüzden, romanda, olumsuz durumları hayatından çıkaran insanlar en önemli değer yargılarının yanı sıra bu değer yargılarını oluşturabilme yeteneklerini de kaybettiler. İçi boş makinelere döndüler adeta. Düşünmeyen, sorgulamayan, zevk dışında bir şey hissetmeyen makinelere... Zihinlerine yerleştirilen komutları takip eden makinelere... Tek yaptığı, para kazanmak için çalışan ve kazandığı bütün parayı eğlenceli-rahat yaşamı için harcayan, günlerini öylece geçiren makinelere... Tüketim makinelerine...


İnsanların zor bir uğraş olan düşünmeyi terk etmesiyle ''daha iyi yarınlar'' ın gelmesi ümidi de kayboldu. Herkes kendi eğlencesine baktığı için her geçen gün daha da bencilleştiler. Diğer insanlarla eskiden olduğu kadar iletişim halinde bulunmadıkları için saygı ve sevgi duygularını kaybettiler. Aileler bile birbirine yabancılaşmaya başladı. Akrabalar ile bütün gün devasa televizyon ekranlarında görüntülü konuşma imkanına sahip oldukları halde ilişkileri çok yüzeysel. Yakınlık duygusu, yardımcı olma isteği, empati bir yana, birbirlerini doğru düzgün tanımıyorlar bile. Toplumun en küçük ve en sağlam yapı birimi olan ailenin adı olsa bile içi boş bir kabuktan fazlası değil. Karı kocalar birbirlerine yabancılar, birbirlerini tanımıyorlar ve doğal olarak doğru düzgün sevmiyorlar bile. Ailelerinden biri ölse dahi ağlamayacak insanlar bunlar. Sonuçta bu tarz acı verici tecrübelerle, hayatın zorluklarıyla yüzleşmek istemedikleri için bunları hayatlarından çıkarıp rahatlık ve eğlence peşinde koşmuşlardı değil mi? 


Şiddet olayları çok yaygın. Özellikle gençler... Yüksek seslerle konuşup dans edip çılgınlar gibi eğleniyor, kavga ediyorlar. Birbirlerini yaralayıp öldürüyorlar hatta. Sokaklarda arabalarla yarışıp karşıdan karşıya geçmeye çalışan yayaları ezmeye çalışanlar var. Her geçen gün pek çok yaralı, ölü... Yaşamın değeri üzerine düşünmeyi terkeden böyle bir toplumun vardığı nokta bu. İnsanların umurlarında olan tek şey kendi eğlenceleri olduğu için başka şeyleri pek de umursamıyorlar. Bir parçası oldukları devlet daha önce iki atom savaşı başlatıp kazanmış olsa da, üçüncü bir savaşın eşiğinde oldukları için havada savaş uçakları eksik olmasa da bu, insanların pek de umrunda değil. 


Nasıl Yaşamalı?
Ray Bradbury, kendi yaşadığı dönem ve toplumda gözlemlediği bazı eğilimlerin dikkat edilmezse, tedbir alınmazsa ileride nasıl bir hal alabileceği konusunda okuyucularını uyardıktan sonra tavsiyelerine de yer veriyor Fahrenheit 451 adlı bu kitabında. 


Her insan yaşamı boyunca bir şeyleri tecrübe eder. Edindiği tecrübeler üzerine düşünür, bunlardan dersler çıkarır ve bazılarını bizzat kendi yaşamında uygulamaya karar verir. Sonra yine tecrübe edinir, ders çıkarır ve çıkardığı dersi yaşamında uygular. Kendini tekrar eden bu süreç sonunda her insan kendine özgü fikirlere, doğrulara sahip olur. Kendi yaşamında bulduğu doğrular. Tabi bu süreç burada üç-beş kelimeyle açıklandığı kadar kolay olmuyor her zaman. Duruma bağlı olarak oldukça zor olabilecek bu süreçle uğraşmak istemeyen bazı insanlar ise, çok daha kolay bir yol olarak, kendilerine sunulan bazı 'doğruları' sorgulamadan kendi doğruları olarak kabul edebilir. (Bunun ise nasıl sonuçlara sebep olabileceği konusunda artık fikir sahibisiniz sanıyorum.) Tecrübelerden elde edilen bu dersleri kişi sadece kendi yaşamında uygulayabileceği gibi diğerleri ile de paylaşabilir. Toplumun tamamına veya yabancı ülkelere dahi yayılan ve değer gören bazı dersler, fikirler ise toplumların ve hatta insanlığın bilgi birikiminin bir parçası olur. İnsanlığa şekil verip geliştirir. Ulaştığı her bir bireyin, üzerinde düşünmesine olanak sağlayarak gelişim için yeni yollar açar. Faydalı olduğu düşünülen derslerin yanı sıra tekrarlanması istenmeyen bazı hatalar da kayıt altına alınarak diğer insanlarla paylaşılır. İnsanlığın bilgi birikimine eklenen bu bilgilerle aynı hataların tekrarlanmaması, bulunan bazı doğruların takip edilmesi ve düşünmeye devam edilmesi umut edilir. 


Biz insanlar devasa bir labirentin içindeyiz.

(Image by Matthias Wewering at Pixabay)

Karanlık ve soğuk, devasa taş duvarlarında dikenler dolu bir labirent. Önümüzü göremediğimiz için el yordamıyla ilerlemeye, bizi çıkışa ulaştıracak doğru yolu bulmaya çalışıyoruz. Bitmek bilmez kavgalarımız bu arayışa engel oluyor. Ne kadar büyük olduğunu, nasıl tehlikeler barındırdığını bilmediğimiz bu labirentin çıkış noktası hiç de yakın hissettirmiyor. Adım adım ilerlemekten başka bir seçeneğimiz yok. Bazen içimizden biri bir adım öne çıkıp çıkışın nerede olduğunu bildiğini iddia edip kendisini takip etmemizi söylüyor. İkna ettiği belki binlerce belki de milyonlarca insanla birlikte hevesle ve hırsla bir köşeyi dönseler de çıkmaz sokakta buluyorlar kendilerini. Kimileri de koşar adım döndükleri bir başka köşeden dibi görünmez bir uçuruma düşmekten kurtulamıyor. Yapılan bu hataları tecrübe edenler, görenler bu yollardan uzak durup yeni yollar arıyor. Tanıdıklarına, gelecek nesil olan çocuklarına da bu tecrübeleri aktarmak istiyorlar. Ama hem yeterince iyi anlatılmadığı hem de yeni nesil dinlemek istemediği için kaybolup gidebiliyor veya görmezden geliniyor bu bilgiler. Geçmişin tecrübelerinden ders almayanlar aynı hataları tekrar ediyor ve sonu bilinmez bu labirentte, kaybolmuş durumda, birbirimizle kavga ederek kendi etrafımızda dönüp duruyoruz.


Peki hayata bakış açımız nasıl olmalı? Romanda hayatın can sıkıcı yanlarından kaçan insanlar gördük. Bütün yaşamlarını eğlenerek geçiyorlar. Düşünmek, üretmek gibi zor uğraşlardan kaçıp keyiflerine bakıyorlar sadece. Ray Bradbury ise bu romanında ''Herkes ölünce ardında bir şeyler bırakmalı...'' diyor. Bir çocuk, bir ağaç, bir kitap, kendi elleriyle inşa ettiği veya yaptığı bir şey... Her insanın bir ''birey'' olması gerektiğinden bahsediyor. İyiliği, sevgisi ve saygısı olan, çevresindekilere faydası dokunan, varlığıyla çevresindekileri etkileyen, bir şeyler üreten bir insan... Değer üreten bir insan. Ray Bradbury, bir birey öldüğünde aslında onun ölümünden çok o bireyin yaptığı onca şey için ağladığımızı söylüyor. Birey olabilmiş o kişinin ölümü halinde yokluğu çok açık bir şekilde görülür. O ölen kişinin yokluğunu dolduracak başka kimse yok. Onun yaptığı şeyleri aynısı gibi yapacak hiç kimse yok. Bu yüzden bireyin ölmesiyle hayatımızda oluşan doldurulamaz boşluk ağlamamıza neden oluyor. Halbuki bütün yaşamını sadece kendi rahatı ve keyfi üzerine kuran bir insan öldüğünde geriye pek de bir şey bırakmaz. Belki arkasında çocuk bırakmıştır ama o zaman da o çocuğa aktardığı değerler önem kazanır ki bu tarz bir insanın yeterince değer üretmediğinden yakınıyoruz zaten. Bütün yaşamını boş bir şekilde geçiren bir insan ölse bile toplumda onun yerini dolduracak çok insan vardır. Kısa zamanda zihinlerden silinebilecek, unutulacak bir insandır o. 


Şehirlere yığılıp kendimizi devasa betonarme yapılara kapatmamalıyız. Tam tersine, doğayla iç içe yaşayıp doğanın değerini anlamalı ve doğayı korumalıyız. Devasa şehirlerimiz bile vahşi doğanın içinde küçük yerleşim birimleri. Eğer vahşi doğanın orada olduğunu görmezden gelir ve unutursak gün gelir o vahşi doğa bütün gerçekliği ve korkunçluğuyla karşımıza dikilir. (Nisan 2021 itibariyle bu yazıyı yazarken Covid-19 virüs salgını hala yayılmaya devam ediyor ve dünya genelinde üç milyondan fazla insan yaşamını kaybetti. Bizzat tecrübe ettiğimiz pandemi bir yana, insanlık tarihinde yıkıcı sonuçlar doğuran pek çok salgın hastalık, doğal afet var. Bunları göz önünde tutunca Ray Bradbury' nin kitabında yer verdiği fikirler bu günkü bizler için oldukça önemli sanıyorum. Ayaklarımız yere, doğaya sağlam basmalı ki dengemizi kaybedip kafa üstü düşmeyelim.) 

(Image by Lothar Dieterich at Pixabay)

Hayatı on saniye sonra ölecekmişsin gibi yaşa diyor yazar. Dünyayı gör, doğayı tanı; fabrikalarda üretilen, parayla alınabilen herhangi bir şeyden çok daha fantastiktir o, diyor. Yaşamında garanti, güvenlik istemek yerine dolu dolu yaşamayı tavsiye ediyor. Kendimizi kabuğumuzun içine çekip rahat ve güvenli bir şekilde yaşamak yerine gezmeli, görmeli, tecrübe etmeli ve düşünmeliyiz. Dünyada veya diğer insanlarda gördüğümüz şeylerin hiçbiri biz değiliz ama bulduğumuz her bir şeyi kendi içimizde birleştirip özümsediğimizde varlığımıza değer katıp onu geliştirecektir. Dışarıdan alıp kendi içimizde harmanlayıp yine dışarı vereceğimiz her bilgi muhtemelen doğru olmayacak ama yeteri kadarı doğru olacaktır. Ve doğrular çoğaldıkça daha iyi yarınların ümidi de çoğalır. 


İnsanoğlu uzun zaman önce tecrübelerini, bilgilerini gelecek nesillere ders olsun diye aktarmaya başladı ama hala, günümüzde bile, aynı hataları tekrar etmeye devam ediyoruz. Kendi ateşinde yanıp küllerinden yeniden doğan anka kuşu gibi. Kendimizi hep aynı, savaş denen ateşte yakıp kül ediyoruz. Küllerimizden geri doğsak da kaybettiğimiz şeyler geri gelmiyor. Ama tecrübeler, bilgiler aktarılmaya devam edildikçe, insanlar düşünmeyi ve sorgulamayı bırakmadıkça her yeni nesilde geçmişten ders alan insan sayısı artıyor. Günün birinde savaşları ve insanoğlunu yakabilecek diğer ateşleri tekrarlanmamak üzere ortadan kaldırmaları umudu var. Şu anda yaşayan bizlere düşen de bu çabaya destek olmak için örnek bireyler olmak. Düşünmek, sorgulamak, anlamak, yaşamak... İnsanlığın bilgi birikimini korumak ve bu bilgi birikimine katkıda bulunmak. 


Son Bir Soru: Yüzyıllar Sonrasını Neden Umursayalım?
Romanda gördüğünüz ve benim de burada açıklamaya çalıştığım üzere toplum zamanla değişse de bu değişim pek de hızlı gerçekleşmiyor. Günümüzde toplumlar hala ayakta durup işlemeye devam ediyorlar. Hatta bu toplumları ideal toplum olarak betimleyecek kişiler dahi olabilir. Toplumumuz teknoloji, kitlesel sömürü gibi etkilerle yıkıma doğru ilerliyor olsa bile muhtemelen hiç birimiz Fahrenheit 451' de betimlenen bir toplum görecek kadar yaşamayız. O zaman neden umursayalım ki? Neden bizi ilgilendirmeyen ve hatta gerçekleşip geçekleşmeyeceği bile belli olmayan bir şey için endişelenelim? Neden değerli vaktimizi bu tarz varsayımlara harcayıp da canımızı sıkalım? Bu soruya benim şu an için vereceğim cevap: ''Hayatınıza anlam katmak için.'' olur. Şimdi adlarını hatırlamasam da pek çok ünlü düşünür, yazar hayatın belli başlı bir anlamı olmadığını söylüyor. Hayatın belirli bir anlamı olmasa bile hayatımıza istediğimiz anlamı verebilmek bizim elimizde. Bunun seçimi de her bir özgür bireyin kendi kararına kalmış. 


Sonuç:
Ray Bradbury' nin Fahrenheit 451 adlı bu romanıyla ilgili yazdığım bu inceleme yazısının uzun olduğunun farkındayım. Öncelikle, ''TEBRİKLER'' ve ''TEŞEKKÜRLER'' buraya kadar okuduğunuz için. Bütün bu yazdıklarımı okumak bir çoğunuz için kolay olmamıştır sanıyorum. Bu zorluğa benim yazım şeklim de etki etmiş olabilir. Bunun için kusura bakmayın. Bu inceleme yazısını yazarken pek çok defa daha kısa yazmayı düşündüm. Belki de sadece romanı özetlemeliydim veya romanı kısaca özetledikten sonra kitabın konusunu birkaç paragrafta açıklamak da yeterli olurdu ve pek çoğunuz o tarz bir incelemeyi tercih edebilirdiniz. Bu inceleme yazısının uzun olduğunu görerek veya kullanılan dili beğenmeyerek kaç kişi okumaktan vazgeçti acaba? Bu gerçeklerle birlikte seçeneklerimi de düşündüm ama sonuç olarak bu şekilde uzun ve ayrıntılı yazmaya karar verdim. Çünkü Fahrenheit 451' den çıkardığım derslerden biri kolaya, rahata kaçmamam gerektiği. Romanda rahatsızlıktan kaçıp sadece rahatlık ve eğlence ile mutluluk peşinde koşan bir toplum gördük ve o toplumun sonu hiç de hoş olmadı. Kendim bir yana, siz muhtemel okurlarımı da kolay ama pek muhtemel eksik kalacak bir yolda yürütmekten çok bu romanın doğasına uygun olarak zor ve bence anlamlı ve daha bütün olan yolda yürütmek istedim. Fahrenheit 451' i okuduktan sonra bazı süslü ve kolay okunan cümlelerle kitap hakkında kısa ve akıcı ama yetersiz bir şeyler yazmış olsaydım kitaptan hiçbir ders almadığım anlamına gelirdi. Üstelik kitabı layıkıyla anlayabilmek için, yarım yamalak ve eksik bırakmamak için uzun bir inceleme çok daha iyi bence. İnceleme yazımın tamamını okuyan siz okurlar için kitabın asıl konusunu da burada kısaca özetliyorum. Bu kısa özeti de yazımın başı yerine sonuna eklememin nedeni de şimdi açıkladığım üzeredir. 


Sonuç olarak Fahrenheit 451'in temel konusu; kitaplar ve kütüphanelerin, bilginin ne kadar değerli olduğu ve bunların korunması gerektiğidir. Çünkü bunlar insanlığın yüzyıllar boyunca yaptığı paha biçilmez birikimi. Her bir yazarın, birbirinden farklı hayatların, tecrübelerin kayıtları. İnsanlığın ortak bilgi birikimi olan kitaplar sayesinde geçmişte yapılan hataları tekrarlamamak için bir umut var. Ama burada asıl önemli olan kitabın kendisi değil. Önemli olan kitaplara işlenen hayat bilgisi, tecrübeler, dersler, mesajlar... Bu ders ve fikirler kitaplarla iletilmek zorunda değil. Radyo ile, televizyon programı ile, bir dergide, şarkı sözlerinde veya bir arkadaşımızla yaptığımız anlamlı bir sohbetle de aktarılabilir. Eğer bu gibi araçlar yazarın bahsettiği nitelikte ise, bunlar da en az kitaplar kadar değerlidir.

(Image by Lothar Dieterich at Pixabay)

Eğer yeteri kadar insan biraz sıkıntıya, zorluğa katlanıp geçmişin bu tecrübelerinin değerini anlar, bu tecrübelerden çıkardığı dersleri kendi tecrübeleriyle, doğrularıyla harmanlayıp yeni yeni yollar aramaya devam eder ve bulduklarını insanlığın bilgi birikimine eklerse karşımıza çıkacak zorlukları aşarak daha iyi yarınlara ulaşma umudumuz her geçen gün artacaktır. 

Kitabın isminin neden ''Fahrenheit 451'' olduğunu öğrenmek isterseniz bu cümle üzerine tıklayın. 

İncelemenin Yazarı: Emrah Özer   İlk yayım tarihi: 24 Nisan 2021

Tepkin Ne?

like

dislike

love

funny

angry

sad

wow