Satranç - Stefan Zweig

İnsan doğasına yapılacak müdahale o insanın akıl ve ruh sağlığını bozmaktan başka bir işe yaramaz!

Satranç - Stefan Zweig

Stefan Zweig, Satranç adlı eserinde insan doğasına yapılacak müdahalenin o insanın akıl ve ruh sağlığını bozmaktan başka bir işe yaramayacağını anlatıyor. Nazi rejiminin üstün ırk çalışmalarının nasıl bir başarısızlıkla sonuçlanacağını öngörüp bu çalışmaları eleştiriyor. 

Yazar, kitabın başlarında öncelikle entelektüel tek boyutluluğun tuhaf bir türünü anlatıyor bizlere. ''Hayatım boyunca tek bir düşünceye saplanıp kalmış, monoman insanların her türü hep dikkatimi çekmiştir, çünkü bir insan kendini sınırladığı ölçüde sonsuzluğa da yaklaşmış demektir; özellikle dünyaya sırt çevirmiş gibi gözüken bu tür insanlar, özel malzemeleriyle kendilerine karıncalar gibi tuhaf ve gerçekten bir defaya özgü küçük bir dünya modeli inşa ederler.'' Bir insan gerçekten de kendini sınırladığı ölçüde sonsuzluğa yaklaşabilir mi? Sınırladığı yaşamıyla, inşa ettiği kendine özgü dünya modeliyle insanlığın zirvelerine ulaşabilir mi? Günlük yaşamımızda dikkatimizi dağıtan pek çok şeye sahip olduğumuz düşünülürse bu iddianın doğruluğu düşünülebilir. Eğer bir insan hayatını tek bir konu etrafında kurar ve geri kalan her şeyi hayatından çıkarırsa günlük yaşamında çok büyük bir boşluk oluşur. Yemek, uyumak gibi bazı zorunlu ihtiyaçlar dışında kalan bütün zamanını tek konu üzerinde çalışmaya harcarsa uğraştığı o konuda uzmanlaşması ve hatta uzmanlığın da ötesine geçmesi mümkün olabilir. O belli konuda insanlığın ulaşabileceği en uç noktaya ulaşabilir. Böyle bir seviyeye ulaşmış bir insanı ise, o konu çerçevesinde bakarsak, üstün bir insan kabul edebiliriz.   

Peki öyleyse, normal insanlar bu tarz bir yaşam tarzını taklit ederek belli bir yetenekte uzmanlığın ötesine geçip dünyanın bir numarası haline gelemez mi? Verilecek eğitimle üstün insanlar diyebileceğimiz insanlardan oluşan bir toplum oluşturamaz mıyız? Yazarın bu soruya cevabı olumsuzdur. ''...bilindiği gibi dünyada hiçbir şey insan ruhu üzerinde hiçlik kadar ağır bir baskı uygulayamaz.'' der yazar, kitabının ilerleyen sayfalarında. Evet, bir insan kendi tercihiyle hayatının tek bir konu dışında kalan bütün yönlerini günlük yaşamından çıkarabilir veya dış baskıyla çıkarmak zorunda kalabilir. Böylece, günlük yaşamında oluşacak boşluğun sağladığı zaman tek bir konu üzerinde çalışmaya harcanabilir. Ama, normal diyebileceğimiz bir insan bu tarz bir yaşam sürebilir mi? Sahip olduğu motivasyon veya çaresizlik oranında bir süre ciddi bir sorun olmadan yaşayabilir tabi. Bir ay, iki ay, üç ay... Ya sonra? Yeni şeyler görmek, yeni şeyler duymak ve düşüncelerine temel olabilecek yeni şeyler öğrenmek isteyen beyninin açlık ve susuzluktan kurumasına dayanabilir mi? Günlük yaşamına hakim olan boşluğun, hiçliğin ağır baskısına dayanabilir mi? Hayır!

Yazarın bahsettiği entelektüel tek boyutluluk insan yaşamının doğal bir parçası olmalıdır. Bir insanın aldığı keyfi kararla kendini bir anda büyük bir boşluğa mahkum etmesi veya dış baskıyla böyle bir boşluğa mahkum edilmesi şeklinde değil... Yalnız, yazar kitabında bu yaşam tarzının doğuştan mı geldiği yoksa çocukluk tecrübeleri sonucu mu o insanın bir parçası olduğu noktasını net bir şekilde açıklamıyor. Yazarın bu kitap dışındaki fikirlerini bilmediğim için Stefan Zweig' ın bu konudaki düşüncelerinden emin değilim. İnsan doğuştan belli başlı özelliklere sahip olarak mı doğar? Yani insanlar olarak her birimiz ruhumuzda bizi biz yapan özelliklere sahip olarak mı doğuyoruz? Yoksa insan, doğumundan ölümüne kadar yaşadığı, tecrübe ettiği olaylarla mı şekillenir? Belki de her ikisinin de doğru olduğunu düşünüyordu. Çünkü kitabındaki karakterlerden biri okuma yazmayı dahi doğru düzgün öğrenemeyecek durumda iken satranç oynamakta çok büyük bir yetenek sergiliyor. Üstelik yazar bu durumu Tanrının bir mucizesi olarak niteliyor. Diğer yandan bu karakterin çocukluğunda yaşadığı çok olumsuz olaylar da yeteneklerini doğrudan etkilemiş olabilir. Hangisi olursa olsun (yeteneklerin doğuştan mı geldiği yoksa tecrübelerle mi şekillendiği) insan entelektüel tek boyutluluğa doğal olarak sahip olmalıdır. Böyle insanların sayısı ise oldukça azdır.

Yazarın bahsettiği entelektüel tek boyutluluğun tuhaf türüne doğal olarak sahip olan bir insan yaşamındaki boşluktan rahatsızlık duymaz. Diğer insanların çekilmez bulacağı yaşam tarzı onu hiç de rahatsız etmez. Hatta rahatlatıcı bulur. Yaşamının doğal bir parçasıdır çünkü. Ama normal bir insanın günlük yaşamı tek bir uğraş dışında hiçliğe mahkum edilirse bu hiçlik o insanın ruhu üzerinde dayanılmaz bir baskı uygular. Yaşam tarzına uymadığı halde bu tarz bir yaşam sürmeye karar veren biri, yaşamındaki boşluğa dayanamayıp normal yaşamına geri döner. Ama dış bir güç tarafından bu tarz bir yaşama zorlanan kişi, içine hapsolduğu hiçliğin dayanılmaz baskısından kaçamadığı için akıl sağlığında zarara uğrar. İnsan denen canlı günümüz teknolojisi ile dahi tam olarak anlaşılamayan karmaşık ve hassas bir varlıktır. Her insan içinde doğup büyüdüğü topluma göre şekillenir ki toplumlar standart bireyler yetiştirmek üzerine kurulmuştur. Bu standart bireyler genellikle üstün yeteneklere sahip, öne çıkan bireyler olmasalar da yaşamak için gerekli bilgi ve tecrübelerle donanımlı olurlar. İlk insan topluluklarından bu yana değişip gelişerek oluşan toplum dinamikleri yine değişip gelişen insan doğasına uygun bireyler yetiştirir. Bu sistem stabil ve nispeten güvenli bir sistemdir. İnsanın akıl ve ruh sağlığına çok büyük bir zararı olmaz. Ancak, herhangi bir nedenle insanın hassas doğasına zorla bir müdahalede bulunulursa, dış etkiyle o insan şekillendirilmeye çalışılırsa böyle bir müdahale o insana faydadan çok zarar verir. Geriye üstün insanlardan oluşan bir toplum değil, akıl ve ruh sağlığı zarar görmüş insanlardan oluşan bir toplum kalır.

Doğal olan güzeldir. Üstün insan diyebileceğimiz niteliklere sahip insan, dış etki olmadan sahip olduğu kendi özellikleriyle o noktaya ulaşır. İnsan eliyle insanın doğasına müdahale o insanın akıl ve ruh sağlığına zarar vermekten başka bir sonuç doğurmaz. 

(Bu noktadan sonrasında kitaptaki karakter ve olaylardan bahsedeceğim için sürpriz bozucu bilgiler bulabilirsiniz. Kitabı henüz okumayanlar için duyurulur.) 

Kitaptaki Czentovic adlı karakter yazarın bahsettiği entelektüel tek boyutluluğun tuhaf bir türüne sahiptir. Fakir bir köylü çocuk olan Mirko Czentovic, tek yakını olan babasını da bir kazada kaybettikten sonra kimsesiz kalır. O yörenin rahibi zavallı çocuğu korumasına alır. Rahip, çocuğa eğitim vermek istese de Czentovic en basit konuları dahi öğrenemez. Çocukluğundaki olumsuz gelişmelerin psikolojik durumuna etkisiyle midir yoksa doğuştan sahip olduğu özelliğinden midir emin değilim ama Czentovic kalın kafalı denebilecek bir çocuktur. Ama bu kalın kafalılığı tembel olduğundan veya öğrenmek istemediğinden değildir. Mirko, söz dinleyen ve kendisinden istenen her şeyi elinden geldiğince yapan bir çocuktur. Bu çocuğun bir diğer özelliği ise boş zamanlarında hiçbir şey yapmamasıdır. Kendisine verilen işleri bitirdikten sonra çevresinde olup bitenlerle ilgilenmeksizin odada öylece, hiçbir şey yapmadan oturur. Mirko Czentovic adlı çocuğun yaşamında normal bir çocuğun kesinlikle katlanamayacağı bir hiçlik vardır. 

 Rahip ve çocuğun günlük yaşamları her zaman olduğu gibi devam ederken bir gün Czentovic' in satranç yeteneği keşfedilir. İlk oyununda bile yıllardır satranç oynayan rahibi yenmiştir. O güne kadar aptallık belirtileri sergilemiş olan ve her şeye karşı ilgisiz bir tavrı olan çocuk satranca ilgi göstermiş ve mucizevi bir yetenek sergilemiştir. Rahibin girişimiyle çocuğun tek iyi yanı olarak görünen bu yetenek ön plana çıkarılır ve Czentovic birkaç yıllık eğitiminin ardından yirmi yaşında Dünya satranç şampiyonu olur. Ancak Czentovic Dünya şampiyonu olduktan sonra dahi aklında satranç tahtasını canlandıramaz. Ne zaman bir oyunu tekrar etmek veya hamleler üzerinde çalışmak istese sürekli yanında taşıdığı tahta ve taşlar ile çalışır. Aklını kullanabilme yeteneği bu aşamada dahi sorgulanabilecekken satrançtaki yeteneği sorgulanamaz. Şampiyonluk koltuğuna, insanlığın satranç alanındaki zirvesine tırmanırken birbirinden zeki, hayal gücü geniş, soğukkanlı satranç şampiyonlarını yenmiş; filozoflar, matematikçiler, yaratıcı düş gücüne sahip insanları geride bırakarak entelektüel açıdan üstün sayılabilecek insanlar arasına adını yazdırmıştır. Yazar, Czentovic' in durumuna benzer tarihten iki meşhur olayı da örnek olarak verir: ''...tıpkı Napoleon' un ağır kanlı General Kutuzov' a, Hannibal' in de Fabius Cunctator' a yenilmesi gibi -o Fabius Cunctator ki, tarihçi Livius onun da çocukluğunda Mirko gibi aşırı bir ağır canlılık ve aptallık belirtileri sergilemiş olduğunu yazmıştır-''

Mirko Czentovic Dünya satranç şampiyonu olduktan sonra tavırlarında değişimler de görünür. Turnuvada karşısına çıkan birbirinden zeki ve yetenekli rakiplerini ve hatta satranç şampiyonlarını dahi yenilgiye uğrattığı için kendini Dünyanın en önemli insanı saymaya başlar. Bunda çok fazla para kazanmasının da etkisi vardır. Açgözlülük göstererek yeteneğini daha da fazla para kazanmak için kullanmaktan çekinmez. Dışarıdan açıkça görünebilen bir gurur da sergiler. Karşısındakileri küçük görme derecesine kadar ilerler bu. Ama karakterindeki bütün bu değişimler anlaşılabilir sebeplerden kaynaklanır. Fakir bir köylü gençken bir gün oynamaya başladığı satranç sayesinde bütün köyün en yorucu işlerden kazandığı paranın çok daha fazlasını kolayca kazanması ister istemez kendini beğenmesine yol açar. Ayrıca Mirko Czentovic adlı gencin içinde yaşadığı dünya farklıdır. Bilgi ve tecrübesi son derece sınırlı olan bu gencin dünyasındaki en önemli şeyler satranç ve satranç sayesinde kazandığı paradır. Başka şey bilmez, başka şey düşünmez ve başka şey istemez. Tarihte kaydedilmiş onca büyük insandan bihaber olan ve dünyanın nasıl işlediğini bilmeyen bir genç için bu derece gurur ve paraya düşkünlük gayet de anlaşılabilir bir durum değil midir? Bu karakterin gururu ve kibri kötülüğünden değil saflığından gelir. 

Bir diğer karakterimiz Dr. B.' dir. Viyana' da avukatlık yapan Dr. B. mesleği gereği bazı büyük manastırların malvarlıklarının yönetimiyle ilgili danışmanlık hizmeti verip imparatorluk ailesinin bazı üyelerinin fonlarını gizli bir şekilde yönetmektedir. Hitler Almanya' da iktidar olup kilise ve manastırların malvarlıklarına el koymaya başlayınca en azından taşınır malları kurtarabilmek için Almanya dışından Dr. B.' nin bürosu aracılığıyla gizli ticari anlaşmalar ve görüşmeler yapılmaya başlanır. Bunun sonucu olarak çok fazla bilgiye sahip oldu Dr. B.. Hitler önderliğindeki Almanya, savaş hazırlığı için ordularını silahlandırmaya başlamadan önce komşu ülkelerde pek çok konum ve kurumda casuslar kullanmaya başlamıştı bile. Bu casuslardan biri de Dr. B.' nin ofisinde iş vermiş olduğu sıradan bir adamdır. Bu adam rastlantı sonucu olsa gerek, Dr. B.' nin bir şeyler gizlediğinden şüphelenir. Hitler' in Viyana' yı işgalinden önceki gün Dr. B., SS¹ ler tarafından tutuklanır. Ancak Dr. B. diğer pek çoklarının başına geldiği gibi toplama kampına gönderilmez. Hitler iktidarının zorla para ya da önemli bilgiler elde etmek istediği küçük bir grubun parçası yapılır. 

Toplama kampında karşılaşabileceği açlık, soğuk, aşağılanma, işkence ve pek muhtemel ölüm yerine Dr. B. ve diğer bazı insanlar ayrı otel odalarına hapsedildiler. Bunun çok daha rahat ve iyi bir muamele olduğunu düşünmeden önce odanın dışarıdan tamamen soyutlandığını söylemekte fayda var. Evet, odada yatak, koltuk gibi eşyalar olsa da yangın duvarına bakan penceresinde parmaklıklar da var. Kapısı sürekli kilitli ve dışarıda nöbetçi var. Kağıt, kalem veya herhangi bir şekilde zaman geçirmeye yardımcı olabilecek hiçbir şey yok. Saat yok. Dr. B.' nin akmaya devam eden dış dünyayla bağları tamamen kesilir. Zaman ve mekan algısını yitirmeye başlar. Yeni şeyler görüp duymadığı için beyni beslenemez. Kendilerine bir başlangıç noktası bulamayan düşünceleri de zayıflar ve dağılmaya başlar. İki hafta sonra ilk sorgusuna götürüldüğünde hala aklı başındadır. Sorulara düşünerek mantıklı cevaplar verir. Ama mahkumiyeti yakın zamanda bitecek gibi görünmez. Sorgular da normalleştiği ve hatta bunaltıcı bir hal almaya başladığında Dr. B. hayatına zorla getirilen boşluğun, hiçliğin ağırlığı altında ezilmeye başlar. Gücü tükenmektedir.

''Bize hiçbir şey yapmadılar- sadece bizi en mutlak anlamdaki hiçliğin içerisine yerleştirdiler, çünkü bilindiği gibi dünyada hiçbir şey insan ruhu üzerinde hiçlik kadar ağır bir baskı uygulayamaz. Tek tek her birimizi mutlak anlamda bir hava boşluğuna, dışarıya tümüyle kapalı bir odaya hapsetmekle, sonunda dudaklarımızın açılmasını sağlayacak baskının dayak ve soğuk aracılığıyla dışarıdan değil, ama iç dünyalarımızdan kaynaklanması amaçlanmıştı.'' der Dr. B.. Hiçliğin ağırlığından kaçıp zihnine sığınan Dr. B. kendini ister istemez köşeye sıkıştırmıştır. Aklında kurduğu destek noktalarının yıkılmaya başlamasıyla git gide daha da kaybolur. Sorgularda dahi dikkatini toplayamaz hale gelir. Dört ay sürer bu süreç. Bu noktada şöyle bir durup kolayca söylenebilecek ''dört ay'' ın ne anlama geldiği üzerine biraz düşünmekte fayda var. Sonunda pes etme noktasına gelir ve bildiği her şeyi açıklamaya karar verir. Sorgu yargıcının karşısına çıkarılmak için her zaman olduğu gibi birkaç saattir ayakta bekletildiği sırada bir şey dikkatini çeker. Asılı asker pardösülerinden birinin cebinde bir kitap... İçine hapsolduğu hiçlikten kurtulmasına yardımcı olabilecek bir araçtır bu. Bir umut... Nöbetçiye belli etmeden ne ile ilgili olduğunu bilmediği kitabı çalar. Bu değişikliğin etkisiyle bildiklerini itiraf etmekten vazgeçip bir an önce odasına geri götürülmeyi bekler. Sonunda beklediği yalnızlığa kavuşunca gizlice alıp giysisinin altına sakladığı kitabı çıkarır. Bir satranç kitabıdır bu. Yüz elli şampiyonluk oyununun kaydını içeren bir kitap. 

Dr. B. yaşamına giren bu değişiklik ile biraz daha dayanma gücü bulur kendinde. Günlük yaşamına hakim olan hiçliğin içinde artık uğraşabileceği bir şey vardır. Oyunun nasıl oynandığını bilse de herhangi bir uzmanlığı yoktur. Günler geçmeye devam ederken Dr. B. kitaptaki oyunları inceler. Kareli yatak örtüsü ve ekmek kırıntılarıyla yapmaya çalıştığı satranç tahtasıyla tabi. Sahip olduğu bu uğraşın verdiği meşguliyetle zaman akar. Dr. B. artık yatak örtüsüne ihtiyaç duymaz. Satranç oyunlarının kayıtlarını gördükçe aklında canlandırabilir hale gelmiştir. Oyunları aklında tekrar eder. Ama kendine sınır koymayı da ihmal etmez. Günde sadece birkaç oyunu tekrar etmektedir. Elindeki kitap sınırlı iken mahkumiyetinin süresi sınırsız görünür çünkü. Günler geçmeye devam eder. Dr. B. artık kitaptaki bütün oyunları ezberlemiştir. Kitap ve içindeki satranç oyunları da hiçliğin karanlık sularına batıp gözden kaybolur. Aklında bütün bir satranç oyununu canlandırabilen Dr.B. kitaptaki oyunlardan bağımsız olarak kendi oyununu oynamaya karar verir. Ama rakibi yoktur. Rakip olmadan nasıl oynanabilir satranç? Kendisine karşı oynayabilir ama bu düşünüldüğü kadar kolay olmaz. Uzun uğraşları sonucu aklını ikiye böler. Kafasının içinde iki kişilik oluşturmuştur adeta. Birbirlerine karşı satranç oynayan, rakibinin hamlelerini tahmin edip mat etmeye çalışan, işler istediği gibi gitmeyince sinirlenip taşları dağıtmamak için kendini zor tutan, kaybettiği maçın ardından gıcırdattığı dişlerinin arasından rövanş maçı isteyen, gittikçe kızışan oyunlardan uyumaya zaman bulamayan... Hapsedildiği hiçliğin karanlığına karışıp yok olmadan önce umudun beyaz ışığı gibi Dr.B.' nin günlük yaşamına girmiştir satranç. Aklını meşgul edebilecek tek şey olmuştur. Hapsedilmeden önceki yaşamının bir parçası olmayan hiçliğin o dayanılmaz baskısı eskisinden de güçlü bir şekilde geri dönüp kendisini boğmaya başlamadan önce küçük bir nefes olmuştur. Sadece küçük bir nefes... O kadar! Ama Dr.B. itildiği uçurumdan hiçliğin karanlık ve soğuk sularına düşmüştür bir kez. Boğulmadan önce son anda kurtarılsa da artık çok geç. Dr.B. artık eskisi gibi olamaz. Aklına ve ruhuna aldığı darbeler ömrü boyunca silinmeyecek izler bırakmıştır. 

Mirko Czentovic ve Dr.B. karşılıklı satranç oynarlar. Biri hiç yabancılık çekmediği, yaşamının doğal bir parçası olan hiçlik içinde satrançla uğraşmıştır. Diğeri ise; hiç istemediği bir hiçliğin içine mahkum edilmiş ve bu hiçlik içinde can simidi olarak yakalayabildiği tek şey olan satrançla uğraşmıştır. Czentovic için günlük yaşamındaki hiçlik belki de rahatlık demek. Ama Dr.B. için günlük yaşamındaki hiçlik, her geçen saniye boğazını daha da sıkan eller demektir. 

Bu iki rakip satrançta neredeyse aynı güçtedir. Czentovic doğal yeteneğiyle, dış baskı olmadan dünya satranç şampiyonu olmuştur. Dr.B. ise, dış baskıyla hapsedildiği hiçlikte aklında satranç oynamak zorunda kalarak kendini dünya satranç şampiyonuna meydan okuyacak seviyeye kadar çıkarmayı başarmıştır.  İlk oyunu Dr.B. kazanır. İkinci oyunda ise aradaki fark daha net bir şekilde belli olur. Czentovic' in kendi tarzı olan yavaş oynamanın da etkisiyle olsa gerek; Dr.B., hapsedildiği süreçte oynadığı ve aklında silinmeyecek izler bırakmış olan satranç oynama tarzını uygular farkında olmadan. Önünde fiziksel satranç tahtası ve karşısında gerçek bir rakibi varken aklında başka bir satranç oyununa daha başlamıştır. Hem kendi hem de rakibi için en iyi hamleleri kendi oynadığı aklındaki bu oyun önündeki asıl oyundan farklı bir yönde ilerler. Czentovic' in yaptığı bir hamle sonucu önünde gördüğü ve aklında bulunan oyunların birbirinden çok farklı olduğunu fark eder. Yaptığı bu hatanın ne anlama geldiğini hatırlar Dr.B. bir anda. Yenilgiyi kabul edip özür dileyerek uzaklaşır oradan. Hapsedildiği süreçteki tecrübeleri Dr.B. nin akıl sağlığını bozmuştur. Sağlıklı bir insan değildir artık o. Hiçliğe hapsedildiği bu süreç Dr.B. nin satranç yeteneğini çok üst düzey bir seviyeye çıkarmasına olanak sağlamış olsa da bu süreçte akıl sağlığını da bozmuştur. 

''Son olarak Czentovic yerinden kalktı ve yarıda kalmış oyuna bir kez daha baktı. 'Yazık,' dedi yüce gönüllülükle. 'Oysa hücum hiç de kötü düzenlenmiş sayılmazdı. Bir acemiye göre bu bey, aslında alışılmadık ölçüde yetenekli.'''

Son olarak şundan bahsetmek isterim: Stefan Zweig' ın Satranç adlı eseri üzerine okuduğum bazı incelemelerde Mirko Czentovic' in romanda Nazileri temsil ettiği söylenmiş. Bu ifadeye katılmadığımı belirtmek isterim. Czentovic' in kibri, kendini beğenmişliği, Dr.B. ile oynadığı satranç maçında bilerek hamlelerini yavaş oynaması gibi ayrıntılar okuyucuda Czentovic hakkında kötü bir izlenim bırakıyor olabilir. Ama, yazarın da romanında açık bir şekilde yazdığı üzere Czentovic' in bu özellikleri kötülüğünden değil, daha çok saflığından kaynaklanmakta. Yazarın bu açıklamasını göz ardı etmeden Czentovic karakteri üzerine şöyle bir düşünürseniz bu karakterin Nazileri temsil ettiğini söylemenin haksızlık olduğu yönündeki düşünceme katılırsınız belki. Üstelik; Naziler zaten ayrı bir taraf olarak kitapta bulunuyor. Entelektüel açıdan zayıf olsa da satranç şampiyonu olmuş üstün yetenekli Czentovic bir taraf... Entelektüel açıdan güçlü denebilecek ama satranç oynamakta üstün yeteneği bulunmayan, zorla hapsedildiği ortamda satrançla uğraşmak zorunda kalıp yeteneğini inanılmaz ölçüde geliştiren Dr.B. bir taraf... Dr.B. ve daha nicelerinin haklarını kendi çıkarları için hiçe sayıp onlar üzerinde baskı ve şiddet uygulayan Naziler ise ayrı bir taraf.  

1 - SS: Schutzstaffel' ın kısaltması olan SS, Adolf Hitler önderliğindeki Nazi Almanyasında çok büyük role sahip bir örgüttü. Adolf Hitler' in üyesi ve başkanı olduğu Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi' nin parti toplantılarında güvenliği sağlamak amacıyla Parti gönüllülerinden oluşan bir koruma birimi olarak kuruldu. Örgütün gelişip büyümesiyle kendi içinde pek çok birime ayrıldı. Ana gruplarından biri polislik görevi yaparken Nazi rejiminin ırksal politikalarını uyguluyordu. Bir diğer birimi ise Alman Ordusunun parçası olan askeri birliklerden oluşuyordu. Bunların yanı sıra toplama kamplarının yönetimi, istihbarat faaliyeti gibi faaliyetlerde bulunan birimleri de bulunuyordu. Sadece Almanya' da değil; Alman işgali altında bulunan diğer ülkelerde de... (Kaynak: Vikipedi Schutzstaffel)

Tepkin Ne?

like

dislike

love

funny

angry

sad

wow